top of page
Sea Change by Amber Cooper-Davies _ World Oceans Day artwork with The Collective Makers.jp

Psikanalistler için iklim krizi gibi bir konu politik ya da bilimsel olmasındansa kişilerin terapi odalarına bu konuları nasıl getirdiği ya da daha geniş anlamda, toplumda bunun nasıl yankılandığı önemlidir. Bazı kişiler zaman zaman iklim değişikliği ve küresel ısınmadan bahsederler ve bu anlarda “sıklıkla” karşılaşılan şey şudur: kaygı. 2022 yılında New York Times’ın ön sayfasındaki bir manşet şuydu: "İklim Değişikliğiyle İlgili Kaygı Terapistin Koltuğuna Yerleşiyor.” Lacancı psikanalize göre bu kaygı ya da ıstırap, “gerçeğin” alanına girdiğimizin işaretidir. Bu açıkça kelimelerle anlatılırken, kaygı ve ıstırap duygulanımı gerçeğin bir sinyalidir ve Lacan’a göre kaygı aldatıcı olmayan tek duygu olarak tanımlamıştır. Burada dilin ve sembolik düzenin en azından bazı konularda ele alma kabiliyetini aşan bir şeyle karşı karşıyayız. İklim krizinin, terapi odalarında, belgesellerde ve hatta popüler film ve kitaplarda çok kez ele alınan gerçek ve anlaşılması güç bir şey olduğu söylenebilir. Öyle ki olağan yasa ve çerçevelerimizin dışında olan bir şey ile karşı karşıyayız. Çevresel iletişim psikolojisi üzerine çalışmaları olan sosyal bilimci Renee Lertzman, insanların “çevresel melankoli”den muzdarip olduğuna inanıyor. Freud’a göre melankoli, tamamen bilinç düzeyinde olmayan dolayısıyla tamamen yası tutulamayan bir kaybı yansıtmaktadır. Lertzman da yası tutulamayan bu kaybın iklim değişikliğine verdiğimiz tepkiyi tanımladığını öne sürmüştür. İklim değişikliği karşısında kişilerde, kaygı, üzüntü, umutsuzluk, çaresizlik ve suçluluk gibi yaşanılan sıkıntıları etkileyen duygulanımlar olduğu ve acı verici duygulanımlar karşısında inkar, değersizleştirme, bölme, disosiyasyon gibi savunma mekanizmalarının oluştuğu bilinmektedir. Gün geçtikçe iklim değişikliğinin çarpıcı sonuçlarıyla karşılaşıyor oluşumuzla birlikte “acı verici” duygulanımlarımız açığa çıkmaktadır ve bununla baş edebilmek adına psikanalistlerin yakından ilgilendiği çeşitli savunma mekanizmaları devreye girmektedir. Krizi bir düzeyde reddetme durumunda, bunun gerçek, ciddi ve büyük ölçüde insan faaliyetlerinden kaynaklandığını kabul ediyoruz, ancak rahatsız edici duygusal etkisini en aza indirmek için bu gerçeği çarpıtmanın yollarını arıyoruz. Bazıları bu gerçeklikle birlikte oluşan korkularını ve endişelerini çevrimiçi ortamlarda ifade edebilirken, kimileri ise geçmişteki temiz hava ya da iklimin, temiz su ve havanın, ormanların kaybını zihinlerinde işle(ye)miyor. Sanayi çağı boyunca insanların yaşam standartlarının yükseldiğini biliyoruz. Bu çağ ile birlikte gelen kolaylıkların bu kadar korkunç bir bedeli olduğunu bilmek, yoğun psişik çatışmalara yol açabilmektedir. İnsanlar çeşitli savunma mekanizmalarını kullanarak bu durumla başa çıkmaya çalışıyorlar. Bu başa çıkma iklim krizinin var olmadığına inanmak ya da başka birinin hatası olduğuna söylemek gibi yollarla gerçekleşebiliyor. Eylemin sorumluluğunu Öteki’lere (politikacılar, milyarderler, yöneticiler ve diğer uluslar) yönlendirmek, kısa vadede kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlasa da temelde çaresizlik ve ilgisizlik gibi durumların ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Sorumluluk, bizden daha “yüce” bir otoriteye veriliyor fakat bunun işlevselliği de tartışılır bir noktada kalıyor. İnkar, gerçeklikten rahatsız olmadığımız bir ‘sanki’ durumunu korumamıza imkan sağlar. İklim değişikliğinin inkar edilmesinin temelinde bir başka savunma mekanizması olan bölünmenin varlığından da bahsedilebilir. Bu bölünme, mevcut yaşam tarzımızın yol açtığı hasara bir şekilde kişisel düzeyde dahil olduğumuz inancından ayrılmak için ortaya çıkmaktadır. Umursamazlık kültürünün özellikle beslediği şey, bu kişisel sorumluluk duygusunun eksikliği olarak ele alınabilir. Bizler, kültür içerisinde karbon emisyonları sorununa kişisel olarak dahil olduğumuz düşüncesinden kurtulmanın (sorumluluk almamanın) yollarını buluyoruz. Bireysel eylemlerimizin her birinin önemsiz olacak kadar küçük olduğuna inanmak, ötekileri suçlamak, değişim yapabilecek gücümüzün olmadığına inanmak, iklim değişikliğinin gelecek için tehdit olduğu ve ortaya çıkacak hasarın hızlı teknolojik düzeltmelerle birden onarılacağına inanmak bu yollara örnek verilebilir. İklim değişikliğinin “gerçekliği”, bazıları için eski tarz bir gerçektir, doğanın gerçeğidir, yıldızlarda yazılı olan gerçektir. Doğa değişmez. Bu kaçınılmaz olan bir felakettir. Bu, psikanaliz alanında oldukça tanıdık olan durumun söylemsel bir çerçevesidir; insanlar çoğunlukla acılarının, içinde bulundukları durumların vb. kaçınılmaz olduğuna inanırlar. Genel itibariyle iklim değişikliği kulağa psikolojik veya psikanalitik bir konu olmaktan çok politik bir konu gibi gelebilir. Ancak bunun insan yapımı bir kriz olduğu düşünüldüğünde, kaçınılmaz olarak psikanalistlerin analiz ettiği insan psişeleriyle ilgili olduğu görülmektedir. Çoğu insan, küresel krizler yerine kendi kişisel kaygılarını gidermek için terapiye giderler. Ancak belki de psikanaliz, kişilerin kendi ihtiyaçlarını karşılamanın bir aracı olarak süreçlerine odaklanmayı sağlayabilir. Ne de olsa, psikanaliz tarafından bir şekilde ele alınan bir zihin, yaşanabilir bir gezegen olmadan pek bir işe yaramaz. Melike Ekizler

bottom of page